Tekirdağ Gülü -1-

Uzun zamandır hayalim olan bir şeyi gerçekleştirdim ve bundan sonra devam edecek olan bir seriye başladım. Türkiye'yi baştan sona dolaşacağım ulan! Turla falan değil, arada olabilir turla da tabii, hiç bir yere bağlı olmadan, elimde gezi rehberiyle dolaşacağım her yeri. Şimdilik yaş itibariyle ana-babayla oluyor tüm bunlar ama allahtan uyumlular da benim saçma isteklerime olumlu yanıt veriyorlar.

Malumunuz YGS yaklaştığı için bende bir depresiflik başladı, evde bunalıyorum falan... Bir haftasonu da dershaneyi asalım bir yere gidelim dedim, tamam dediler. Neresi olsun dediğimizde de açtık gezi rehberini, baktım karşımda Tekirdağ var. Hadi Tekirdağ olsun dedik, çıktık yola.

Aslında oraya gittiğimizde gördük; bir sürü otel varmış. Ama internet sitesi olan bir tek Golden Yat olduğu için oraya revervasyon yaptırdık.

Saat 12 gibi Tekirdağ'a vardık. Şehre vardığımız gibi açlığa dayanamayıp, yol kenarında polis memuruna "en iyi köfte nerde yenir?" gibi ablak bir sorudan sonra Özcanlar'a yönlendirildik. Ki her yerde zaten onun reklamı var. Merkezin göbeğinde bi otopark var; arabayı oraya park ettik. Hemen yanındaki taksi durağından da Özcanlar'ın tarifini alınca direkt oraya yollandık. İki adımlık bir yer zaten. Garson takımı bizi pek bir sevdi. Gavur olduğumuzu anladılar zaten ayrı bi muamele gördük. Uğurlamaları da pek bi şenlikli oldu. Hatta garson anneme ekstra kolonyalı mendil verdi ki bu annem için haçtan getirilen hurma kadar ulvi bir şeydir.

Özcanlar'dan sonra sokaklarda dolaşmaya başladık. Tekirdağ müzesi var sahil yolunun bir üst yolunda. Ki zaten tüm yollar denize paralel uzanıyor. Sahil yolu direkt deniz seviyesinde. Sahil yoluna paralel bir yol daha var. Hemen kafayı kaldırınca görülüyor zaten. Daha yüksekte bu yol. Tüm müzeler bu yol üzerinde. İlk önce Tekirdağ müzesine uğruyoruz. İçeri in cin top oynuyor. Yine de bayağı bi malzeme çıkmış. Bir sürü taş mezarlar falan. İlk çağdan kalma aletler falan... Kendiniz geziyorsunuz, başınızda görevli yok. Girişte güvenlikçi bir kız duruyor bi tek. Ona selam verip çıkıyoruz.



Yine aynı yol üzerinde Macar Prensi'nin evi var. Burası çok ilgimi çekti. Ev Macaristan'a aitmiş. Zaten içeri girince anlıyorsunuz zira her yer son teknoloji. Tüm odalarda dokunmatik televizyonlar var. Ayrı dillerde Prens'le ilgili bilgiler sunuyor size. Dev plazmalar falan var. Hoş bir ortam. Prensin hikayesi de zaten ayrı bir olay. Yanında yaşayan Milkes hayali teyzesine mektuplar yazmış sürekli. Biz de prensin hayatını bu mektuplardan öğreniyoruz. Mektup örnekleri vardı, hoş okumak. O günkü Tekirdağ'ı anlatıyor. Kitap olarak da basılmış. Her yeri incik cincik inceledikten sonra Macar Sokağı'ndan ayrılıyoruz.



Yine sokak sokak dolaştık bir süre. Sonra dedik, artık otele yerleşelim. Golden Yat üç yıldızlı bir otel ama personel de, odalar falan da gayet iyiydi. Hatta personelin acayip iyiliği dokundu. Bilip bilmediğimiz her yeri, her şeyi onlara sorduk. Adamlar halimize acıyıp, fazlasıyla misafirperver davrandılar.


(Nedense bu müzeler yolunu acayip sevdim ben. Çok sakin, sank şehrin içinde ayrı bir şehir gibi, kendine has bir yer...)

Tuvalete falan girdikten sonra otelden çıkıp, rakı almaya gittik. Şehir içinde de satılıyor ama sahil yolu üzerinde daha tenha bir yerde, Mey'in fabrikası var. Fabrikanın önünde de satış mağazası. Giren çıkan belli değil. Dolup dolup boşalıyor dükkan. Yolun üstü sağa çekip durmuş arabalarla dolu. Millet bi şişe rakı alıp devam ediyor yola. Hani eve giderken bir ekmek, bir yoğurt, bir de rakı aldım hesabı...

Rakıdan sonra peynir almaya gidiyoruz. Gezi rehberinde Tekirdağ'ın peyniri de meşhurdur diyor. Oteldekilere sorduğumuzda "Bizim peynirimiz falan meşhur değil, yalan o." dediler ama biz gene de Kartal Market'e yönlendirildik. Oranın Ezine'si müthişmiş. İki kalıp alıyoruz, sonra ver elini sokaklar...



Bu sefer daha işlek, canlı, kıpır kıpır olan ana caddeye yöneliyoruz. Burada yol boyu her yer dükkan. Gir çık falan, en sonunda ayaklarımıza kara sular iniyor. Annem nasıl olduğunu anlamadığımız bir şekilde bizi bir ara sokaktan zınk diye otelin karşısına çıkarıyor. (Bu yeteneğini babamla ben hiç çözemedik. Kadında "yön duygusu" denen şeyden aşırıya kaçacak şekilde var.)

Akşam da, "Tekidağ'a gelmişiz, demlenmeden olmaz" mottosuyla bir köfteciye dalıyoruz. Ayıptır söylemesi, hafif "baskül ailesi" tarzında bir aileyiz. Önümüze gelen her şeyden söylüyoruz. Çünkü karnımız doysa da gözümüz doymaz bizim. Adam garip mimiklerle bizi dinliyor. Neden böyle yaptığını çözemiyorum. Neyse her şey geliyor falan sonlara doğru bitiş noktasındayız ve daha köfteler gelmemiş! Adam bizi gördüğü gibi "Abi ben bi porsiyon köfteyi attırdım sadece, onu yiyin, sonra ikinci porsiyonu da isterseniz attırırız" diyor. Kabul ediyoruz. İkinci porsiyon hiçbir zaman söylenmiyor.

"Karnı doyan abdalın gözü yola bakarmış" hesabı kalkıyoruz ve sıcacık otelimize gidiyoruz. Odam ayrıydı allahtan. Yerleşiyorum yatağıma. Boks maçı vardı şansıma. İzlemeye başlıyorum ama acayip tavuk olduğum için gözlerim kapanıyor. Bir baktım, uyumuşum.

Not: Gerizekalı ben, fotoğraf makinemi unuttuğum için fotoğraflar telefonla çekilmek zorunda kaldı. Kusurumuza bakmayın...

0 yorum:

Yorum Gönder

 

Instagram

Twitter Updates

Meet The Author

çince ve benim adım yanyana geçmeli bunu bilin. dil ve tarih coğrafya fakültesi'nden mezunum, yani gayet siyasi bir kişiliğim de var, bunu da bilin. küçüklüğümden beri şehir şehir gezerim, bilin. birçok alana el atmış durumdayım, her şeyden biraz tadarım, ney de üflerim, piyano da çalarım, bunları da bilin. ha bak bilgiye inanırım. bilmeye inanırım. hayatın çekilirliğini bilmede ararım. hep beraber bilelim. bilgi karın doyurmasa da kalbi doyurur diyelim. www.pinaraltay.com